Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 56: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”
Sahiptir sahip olmasına ama bunun için gerçek anlamda ne yaptığımız tam bir soru işareti. İnsanlık, canlılığın en temel ihtiyacından doğan barınma hakkını karşılamak için başladığı sağlam, kalıcı ve sarsılmaz yapılaşmanın mimarı olayım derken, sizce de konuyu biraz abartmadı mı? Medeniyeti var etmek, daha iyi koşullarda yaşamak için yaptıklarımız medeniyeti yok mu ediyor? Plansız yapılaşma metropollerde kent merkezi/kent çevresindeki yeşil alanların sınırlanmasıyla birlikte yerini ufak ufak betonlaşmaya mı bırakıyor? Kentler asfalt sıcağında yumurta pişirmeye gittikçe daha elverişli hale gelirken bu taşlar başımıza yağmaya devam mı edecek? Artık cazibe alanı büyük şehirlerde damımıza kar yağmayacak mı? İklim değişikliğine inanmayan kuşlar göç etmeden konuşacaklarımız var.
Toprak ana… Doğurgan, üretken, yenilmez, yeniler, tamamlar; suyun, solucanın, ağacın yuvası. Ama biz yine de daha az duygusal davranıp bir de Türk Dil Kurumu ne demiş, bakalım: Toprak; yer kabuğunun, toz durumuna gelmiş türlü kütle kırıntılarıyla, çürümüş organik cisimlerden oluşan ve canlılara yaşama ortamı sağlayan yüzey bölümüdür. Benim üniversite ders notlarıma göre ise toprak; yerküremizi kaplayan çeşitli mineral ve organik maddelerin karışımından oluşan, köklü bitkiler için bir mekan ve besin kaynağı olan, bünyesindeki mikroorganizmalarla birlikte canlı bir ortam olarak ele alınabilen doğal bir oluşumdur. Artık dilin sınırlarının içinde ve ötesinde toprağın canlı yaşamının temelini oluştuğunu gönül rahatlığıyla söylüyor ve soruyoruz: Medeniyetin içinde toprağın yeri nedir?
Âşık Veysel’in dilinden bir sadık yâr olmanın dışında, toprağı temel fonksiyonlarına göre dört kategoride değerlendirebiliriz: Tarım (gıda üretimi), altyapı (üst/altyapı zemini), ekoloji (biyoçeşitlilik ve besin döngüsü) ve hidroloji (su kaynaklarının beslenmesi ve alıcı ortam). Bu fonksiyonlar çerçevesinde 21. yüzyılın modern dünyasında dahi toprak, altındaki/üstündeki yapılar için bir zemin oluşturmanın yanı sıra ekim/dikim faaliyetlerinin en önemli öznesi, ekolojik döngülerin (su, azot, fosfor, karbon döngüsü) büyük bir parçası, gezegendeki zengin biyoçeşitliliğin ev sahibi ve su kaynaklarının içinden geçtiği uzun ince bir yol.
Peki, Türkiye’de durum ne? Anadolu; iklimi, bitki örtüsü ve zengin kayaç türleri -yani toprağı oluşturan her bir bileşen- açısından oldukça bereketli, hayat dolu, canlı. Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) verilerine göre (2013) Türkiye’nin karasal yüzölçümünün %27,7’si tarım toprağı olarak kullanılabilir. Yani bu koşullar korunursa Türkiye’de tarım, temel gelir kaynağı olabilecek potansiyele sahip bir ekonomik faaliyet olarak görülebilir.
Biyoçeşitlilik açısından ise ülkedeki çalışmalar oldukça yeni. Orman ve Su İşleri Bakanlığı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Envanter ve İzleme Projesi, Türkiye’nin biyolojik çeşitlilik haritasını oluşturmayı hedefliyor. Bu yönde atılan ilk adım olma özelliğini taşıyan proje kapsamında damarlı bitkiler ile omurgalı hayvanlar için literatür ve arazi, tohumsuz bitkiler ve omurgasız hayvanlar için ise literatür çalışmaları yürütülüyor. Projenin bir diğer ayağını ise biyolojik çeşitliliğin izlenmesine yönelik verilerin elde edilmesi, izleme metodolojisinin oluşturulması ve izleme için gerekli önerilerin yer aldığı bir rapor oluşturuyor. Bütün bu çalışmalar içinde, bir canlılık ortamı olan toprağın yeri ise elbette yadsınamaz.
Su döngüsü ve hidroloji açısından doğal bir su kanalı ve filtre özelliği taşıyan toprak, akifer ve kuyuların evi, su içinde çözünen minerallerin ise birincil kaynağı. Toprağın fundalık/ormanlık araziler için önemini ise anlatmaya dahi gerek duymuyor ve yeniden soruyoruz:
Bir orman arazisine baktığımızda kesilen ağaçtan kazanılan para, altında kalan toprağın imar değeri yerine üzerindeki biyoçeşitliliği, bünyesinde tuttuğu suyu, ürettiği temiz havayı göreceğimiz günler, ne zaman gelecek?
(Devam edecek…)