Geçenlerde Netflix’te rastgele açtığım bir belgesel, hayatımı sadeleştirmeye dair ilk kıvılcımı yaktı: Minimalism: A Documentary About the Important Things. Tüketim alışkanlıklarını sorgulayan bu yapım bana şunu düşündürdü: Hayatımdaki “şey”lerin kaçına gerçekten ihtiyacım vardı?
Aslında minimalizm ile daha önceden yolum kesişmişti, hepimizin sosyal medyada denk geldiği “Project Pan” akımı tüketim minimalizminin güzel bir örneği. Önce elindekini bitir sonra yenisini al, hem elindekini heba etme hem de yenisine para harcama. Kazan – kazan ilişkisi. Belgeseli ve sosyal medya akımını kafamda bir bağlama oturttuğumda bu, hayat felsefemi temelinden sarstı: Hep daha fazlası için yaşamak, gerçekten yaşamak mıydı? Hayatınızdan gereksiz tüm nesneleri, fikirsel açıdan dahi, çıkardığınızı düşünün. Bir eviniz varken ve size yetiyorken ikincisine ya da daha büyüğüne gerçekten gerek var mı? Elinizde devasa bir okunmamış kitap stoğu varken yeni kitaplar almak mantıklı mı? Daha kaliteli yaşayayım derken yaptığınız harcamalar gerçekten kalite uğruna mı yoksa lüks tüketim çılgınlığı sizi de mi ağına taktı?
Bu soruların cevaplarını vermeye çalışmadan önce minimalizmin çevreye olan faydalarından biraz konuşalım. Örneğin, her yıl üretilen milyonlarca tekstil ürünü, su kaynaklarının tükenmesine neden oluyor. Sadece bir kot pantolonun üretimi için yaklaşık 10.000 litre su harcanıyor. Bu da bir insanın neredeyse 10 yıllık içme suyuna denk. Elektronik atıklar da ayrı bir mesele. Yeni çıkan her cihazı almak cazip gelse de, eskiyen ürünlerin büyük kısmı geri dönüştürülmüyor. İçerdikleri ağır metaller toprağı ve yer altı sularını kirletiyor. Yani fazlalık sadece evde değil, doğada da birikip duruyor. Ambalajlı ürün tüketiminin artması da plastik kirliliğini beraberinde getiriyor. Gereksiz alışverişler gereksiz ambalajlara, bu ambalajlar da doğada çözülmeyen atıklara dönüşüyor. Zincir kırılmadıkça, çevresel krizlerin önüne geçmek imkânsız. Ayak bastığımız yer tuğla ve taşlardan ibaret değil! Yaşadığımız yeri, en büyük evimizi göz göre göre bir felakete sürüklüyoruz, hem de geri dönüşü olmayan bir felakete.
Minimalist yaşam tarzı bizi sadece dünyamızı korumaya ve maddi açıdan daha sağlıklı bir hayat yaşamaya itmiyor. Sizi çepeçevre saran kapital çarktan kurtulduğunuzda kendi duygularınızı da daha iyi anlıyorsunuz. Tüketimin azalması, karar yorgunluğunu da azaltıyor. Psikolojide “decision fatigue” olarak geçen bu durum, gün içinde verdiğimiz gereksiz kararların zihinsel enerjimizi tükettiğini söylüyor. Ne giyeceğini, ne alacağını, neyi nereye koyacağını sürekli düşünmek yerine, sade bir yaşamda zihnin de sadeleşiyor. Ayrıca yapılan araştırmalar, az eşya ile yaşayan bireylerin stres seviyelerinin daha düşük olduğunu gösteriyor. Bir de odaklanma meselesi var. Dikkatimiz sınırlı bir kaynak ve çevremiz ne kadar dağınıksa zihinsel odak da o kadar zorlaşıyor. Az eşya, az uyaran demek. Bu da hem üretkenliği hem de içsel huzuru artırıyor.
Bütün bu bilgiler ışığında bakıldığında minimalizm hiç de hafife alınacak bir fikir yapısı gibi durmuyor. Geleceğe olan vefa borcunu öde ve kendi zihnine nefes aldır. Başta sorduğum sorulara verdiğiniz cevaplar muhtemelen bir şeyleri fark etmenizi sağlamıştır. Günden güne daha çok alıyoruz, hem evimizi hem beynimizi kirle dolduruyoruz. Fark etmiyor dahi olsak dünyamıza ve ruhumuza geri dönüşü olmayacak zararlar veriyoruz. İzlediğim belgesel beynimin karanlık odasındaki ışıkları açtı. Umuyorum ki, bu yazı da sizi çevre hakkında bilinçlenmeye, kendinize iyi bakmaya ve minimalist hayata bir adım yaklaştırmıştır!

